Katkıda bulunanlar

23 Mart 2011 Çarşamba

“Küresel Ekonomide Beklentiler”

Değisim Liderleri Zirvesi
Durmus YILMAZ
Baskan
15 Mart 2011
Đstanbul

1
Değerli misafirler,
Alanlarında çok önemli roller üstlenmis ve dünya çapında halklara ilham vermis
politikacıları, karar alıcıları, gazetecileri, ekonomist ve bürokratları biraraya getiren
Değisim Liderleri Zirvesi’ne konusmacı olarak katılıyor olmaktan mutluluk duyuyorum.
Bugün sizlerle, kriz sonrasında küresel ekonominin görünümüne ve yükselen
piyasaların karsı karsıya kaldığı zorluklara iliskin görüslerimi paylasmak istiyorum.
Daha sonra bu yeni dönemde merkez bankalarının üstlendikleri görevlere
değineceğim. Konusmamı, Türk ekonomisi deneyimi ve para politikası tepkisiyle
bitireceğim.
Değerli misafirler,
Lehman Brothers’ın iflasının üzerinden iki yıldan fazla zaman geçmistir, uluslararası
finansal sistemin üzerindeki kara bulutlar bir sekilde dağılmıs gibi görünmektedir.
Merkez bankaları ve mali otoritelerin aldıkları daha önce benzeri görülmemis
önlemler sayesinde, 2009 sonundan itibaren finans piyasalar tekrar göreceli olarak
istikrara kavusmustur. Euro bölgesinde artan ülke riskine, Amerika Birlesik
Devletleri’nde konut ve isgücü piyasalarına iliskin endiselere, gelismis ekonomilerde
finansal kurulusların sağlamlığına iliskin belirsizliklere, yükselen piyasalarda yüksek
miktarda sermaye girislerine ve buna bağlı risklere ve küresel ekonomideki talep
rotasyonunun hızına iliskin soru isaretlerine rağmen, ekonomik aktivite hızlandıkça
risk algılamaları da kademeli olarak düzelmistir. Finansal istikrar konusunda
öğrenmemiz gereken çok sey olduğu ortaya çıkmıstır, bunların nasıl uygulamaya
geçirileceği ise yoğun tartısma konusu olacaktır. Mevcut sorunların çözümü ve
gelecekte karsılasılması muhtemelen sorunlara hazırlanılmasında küresel ölçekte
isbirliği kilit rol oynamaktadır; ancak, krize iliskin hatıralar unutuldukça uluslar
arasında isbirliği ruhunu korumak giderek zorlasmaktadır.
Yükselen Piyasaların Görünümü
Bildiğimiz gibi, olumlu büyüme tahminleri, faiz farkları, ve büyük soklar karsısında
sağlamlıklarını ve esnekliklerini koruyan finansal kurulusların görece istikrarlı yapısı
sayesinde son zamanlarda yükselen piyasalara doğru sermaye akımları hız
kazanmıstır. En çok islem yapılan para birimlerine sahip ülkelerde para tabanınındaki
genislemeye bağlı olarak küresel finans sisteminde likidite artarken açık ekonomi
modeline sahip küçük ülkelerin merkez bankaları, parasal kosullar üzerindeki
2
kontrollerini kaybetme tehlikesiyle karsı karsıyadırlar. Enflasyonist baskıları
sınırlamak ve kredi genislemesini frenlemek amacıyla politika faizlerinde yapılan
artıslar, faizler arasındaki farkın daha da açılmasına ve nihayetinde sermaye
girislerinin daha da artmasına, daha çok borçlanmaya ve varlık fiyatları ve
enflasyonda yükselise neden olacaktır. Sonuç olarak, bugün yükselen ekonomiler,
giderek büyüyen varlık balonu, asırı borçlanma ve enflasyonist baskı riskleriyle karsı
karsıyadırlar ve tüm bunlar da finansal istikrar için tehdit olusturmaktadır. Cari açığa
sahip ülkelerin sorunları, cari fazlası olan ülkelere göre çok daha zordur, çünkü bu
ülkeler aynı anda hem finansal istikrara iliskin güçlü sermaye akımları kaynaklı
sorunlarla hem de sermaye akımlarının aniden durması riskiyle mücadele etmek
durumundadırlar.
Yükselen ekonomilere yönelen sermaye akımlarının geçici mi kalıcı mı olduğunun
tahmin edilmesi zor bir istir. Mevcut sermaye akımları hem küresel itici etkenleri
(gelismis ekonomilerde likidite bolluğu ve düsük faiz oranları gibi faktörler de dahil
olmak üzere) hem de ülkelere özgü çekme etkenlerini (yüksek büyüme tahminleri,
görece daha sağlam mali durum, düsen ülke risk algılamaları gibi) yansıtmaktadır.
Orta vadede, çekme etkenleri muhtemelen tatminkar olamaya devam edecektir
(complacent-burda ne demek istemis tam anlamadım), çünkü gelismis ekonomilere
göre yükselen ekonomilerin daha hızlı büyümesi beklenmektedir ki bu da faiz oranları
ve döviz kurları üzerinde yukarı yönlü baskı yaratacak ve bu ülkeleri uluslararası
sermaye için cazip kılmaya devam edecektir. Bazı gelismis ekonomilerde miktarsal
genislemenin orta vadede devam edip etmeyeceği kesin olmamakla birlikte bu
ülkelerdeki para otoritelerinin yakın dönemde gevsek duruslarını sürdürecekleri
tahmin edilmektedir. Sonuç olarak, mevcut görünüm, yükselen ekonomilere yönelik
sermaye akımlarının kalıcı olabileceğini, ancak akımların boyutunun risk
algılamalarındaki değisimlere göre farklılık gösterebileceğini isaret etmektedir.
Büyük miktarlarda sermaye girisini yönetmek amacıyla kullanılan araçlar çok iyi
bilinmektedir, ancak uygun politika bilesimi her ülkenin kendine has kosullarına göre
farklılık göstermektedir. Maliye politikaları, para politikası, döviz kuru politikaları, döviz
piyasasına müdehale, faiz-dısı araçlar ve sermaye kontrolü gibi araçların her biri
sermaye akımlarına karsı kullanılabilir, ancak bu seçeneklerin hepsi de baska
seylerden feragat edilmesini gerektirir ki bu da cari açığı olan yükselen ekonomiler
için çok maliyetli olabilir. Bazı ülkeler sermaye kontrolünün farklı sekillerini
3
denemislerdir, ancak bu tedbirlerin etkililiği ilk basta uygulama amacına bağlı olarak
değerlendirilmelidr. Yapılan bazı çalısmalar, sermaye kontrollerinin bazı bilesimsel
etkileri olduğunu ve yeni yatırımların vadesini etkileyebildiğini göstermektedir.
Sermaye girislerinin miktarını azaltıp azaltmadığı konusunda ise yeterli bilgi
bulunmamaktadır. Sermaye akımları tamamen otoritelerin kontrolü altında olmadığı
sürece kısmi engellemeler, sermaye akımlarının etkisini dengeleyeyememekte, yerel
para biriminin değerlenmesini önleyememekte ve bağımsız para politikasının
uygulanmasına katkıda bulunamamaktadır.
Prensip olarak, gelismis ekonomilerden yükselen ekonomilere doğru sermaye
hareketleri ve gelismekte olan ülkelerin para birimlerindeki değer artısı aslında, güçlü
ekonomik temeller, daha iyi büyüme tahminleri ve yüksek verimlilik farklılıklarıyla
desteklendiği takdirde her iki tarafın da lehine olacak uzun vadeli bir trenddir. Asırı
sınırlayıcı sermaye kontrolleri ya da asırı rezerv birikimi yoluyla bu trendle savasmak
yerine, finansal riskleri azaltıcı önlemler yoluyla, sermaye akımlarındaki oynaklığın
finansal istikrar üzerindeki olumsuz etkilerini –özellikle de spekülatif yapıda olanlarıazaltmaya
çalısmak daha mantıklı bir yol gibi gözükmektedir. Pekçok yükselen
ekonomi, kredi büyümesini ve varlık fiyatı balonlarını sınırlayabilmek amacıyla bu tür
önlemler uygulamaya baslamıslardır. Bunların arasında daha yüksek gelir gerektiren
zorunlu karsılıkların mevduat-borç oranlarının arttırılması ve sermaye yeterlilik oranı
ile likidite oranlarının sıkılastırılması; islemler üzerinden ücret ve vergi alınmaya
baslanması gibi önlemler yer almaktadır. Bu önlemlerin ne derece yeterli olacağı
henüz bilinmemekle beraber, politika yapan kurumların süratle gelistirdiği proaktif
tepkiler, ileri doğru atılmıs, olumlu adımlardır. Nitekim, yasanan son olaylarda açıkça
görülmüstür ki bir kriz patlak vermeden alınan koruyucu önlemlerin maliyeti, krizin
ardında bıraktığı enkazı toplamanın maliyetinden çok daha düsük olmaktadır.
Süphesiz, ekonomik kosullar ve kurumlar, ülkelere göre farklılık göstermektedir. Bir
ülkede verimli sonuçlar doğuran bir faiz dısı araç, baska bir ülkede etkili olmayabilir.
Bu sebeple politika yapan kurumların, kendi politika çerçevelerini olustururken kendi
ülkelerine özel etkenleri dikkate alması gerekmektedir. Akademisyenler ve uluslarası
kurulusların da bu konuya eğilip ulusal kurumların sistemik riskleri tanımlamak,
değerlendirmek ve yönetmek için kullanabileceği, güvenilir politika araçları
gelistirmeleri de zorunludur.
4
Finansal Đstikrar ve Merkez Bankaları
Merkez bankaları açısından finansal istikrarın tasıdığı hayati önem yeni değildir.
Finansal sistemin ve ödeme mekanizmasının sorunsuz isleyisinin sağlanması,
kuruldukları zamandan bu yana merkez bankalarının asli görevi olmustur. Nitekim,
finansal kurumlar tarafından kendilerine "bankaların bankası" ya da "son kredi merci"
denmesinin sebebi de budur. Ne var ki, zamanla mali sistem karmasıklasıp
genisledikçe denetleme ve düzenleme görevleri, baska kurumlara devredilmistir.
Merkez bankalarının karsılastığı zorluklar, temel görevleri olan fiyat istikrarı ve
finansal istikrarını birlestiren bir çerçeve olusturmak; ve çelisiyor gibi göründükleri
zamanlarda dahi her ikisini de sağlamayı hedefleyen politika araçlarını tanımlamaktır.
Merkez bankaları, para politikası duruslarını ortaya koymak için temel politika aracı
olarak genelde kısa vadeli faiz oranlarını tercih etmislerdir. Politika faizleri, ekonomiyi
tümüyle etkileyen ve etkileri çok keskin biçimde görülen bir araç olduğundan her iki
hedefe de ulasabilmek için kullanılması, istenmeyen sonuçlar doğurabilir. Fiyat
istikrarını sağlamak için gerekli olan faiz oranı, finansal istikrarı korumak için gereken
orandan farklı olabilir. Örneğin, yüksek verimlilik ve finansal yenilik soklarının
tetiklediği yükselis dönemlerinde düsük bir faiz oranı, enflasyonu sınırlamak için
yeterli olabilirken aynı oran, finansal risklerin atmasına yol açabilmektedir. Ayrıca,
yükselis dönemlerinde gelismekte olan piyasalar, daha düsük faiz oranlarıyla daha
fazla sermaye akısı çekmektedir. Bu dönemlerde iç ve dıs dengeler, farklı faiz
oranlarını gerekli kılar ve para politikasında birden fazla araç kullanılması gerekir.
“Tinbergen Kuralı”na göre bir araç, tek bir hedefe ulasmak için kullanılabilir. Bizim
durumumuzda da bu hedef, fiyat istikrarıdır. Bu noktada ikinci bir politika aracı
bilesiminin gerekli olduğu açıkça görülmektedir. Bence bu ikinci araç ise doğrudan
finansal faaliyetleri etkilediğinden faiz dısı araçlar olmalıdır.
Finansal istikrarla ilgili tüm yetki ve sorumluluk, tek bir kurumda toplanarak merkez
bankalarına mı verilmelidir? Bir açıdan bakıldığında karar alma yetkisi ve
sorumluluğun tek bir kuruma verilmesinin avantajları görülüyor: esgüdüm sorunu
ortadan kalkıyor; daha etkin bir iletisim sağlanıyor ve acil durumlarda daha hızlı
tepkiler gelistirilebiliyor. Bu durumda söz konusu kurumun Merkez Bankası olduğu da
açıkça görülüyor.
Ancak bu yaklasımın olumsuz yönleri de bulunmaktadır. Bugün merkez bankası
bağımsızlığı dediğimiz kavramın özünde “hedef bağımsızlığı” ve “araç bağımsızlığı”
5
arasındaki ayrım yatmaktadır. Merkez bankaları finansal sistemle ilgili tüm
düzenleme ve denetleme faaliyetlerini üstlenip bunların denetlenmesi açısından tek
yetkili kurum olurlarsa, bu hedefe ulasmak için gerek duyulan araçlar, demokrasinin
ilkelerinin hükümetle daha yakın isbirliği ve esgüdümü gerektirecek noktaya ulasabilir
ve merkez bankasının bağımsızlığına gölge düsürebilir. Ekonomide merkez
bankalarının rolünü artırmanın, seçimle basa gelen yetkililerin hesap verebilirliklerini
ve sorumluluklarını vurgulayan bir demokraside güçlü ve sıradısı bir kurum yaratma
olasılığı bulunmaktadır.
Merkez bankaları, geçmiste finansal istikrarın sağlanması açısından çok önemli rol
oynamıslardır ve gelecekte de bunu sürdüreceklerdir. Fiyat istikrarı ve finansal
istikrarın sağlanması için politika faizlerinin ve faiz dısı araçların en verimli sekilde
kullanılması, kriz sonrası dönemde merkez bankalarının basarılarının
değerlendirilmesi için gerekli ölçütleri ortaya koyacaktır. Kriz süresince merkez
bankaları tarafından yeni para politikası araçları kesfedilmistir. Simdi bir taraftan bu
araçları kesfetmeyi sürdürürken politika yapan kurumlar, diğer taraftan da finansal
istikrarı tehdit eden risklerin sınırlanması için düzenleyici kuralların ayrıntılarıyla
açıklamak ve Merkez bankası bağımsızlığının kaybedilmesi riskiyle ve (Merkez
bankası ile düzenleyici ve denetleyici kurulus arasında) esgüdüm açısından sorun
yaratılması riskleri arasındaki mükemmel dengeyi bulmak için en elverisli kurumsal
yapıyı tasarlamak zorunda kalacaktır.
Türkiye’de Finansal Istikrar ve Para Politikası
Konusmamın ikinci bölümünde Türkiye’de finansal istikrar ve küresel mali kriz
sonrasında uygulamaya koyduğumuz para politikasına değinmek istiyorum.
Türkiye, 1990’lar boyunca ve 2000’lerin baslarında hem oynaklığı hem de küresel risk
algılamalarına karsı duyarlılığı yüksek olan gelismekte olan piyasalar arasında yer
almaktaydı. Ne var ki, bu sefer finansal sistemin sağlam yapısı ve basiretli makro
politikalar sayesinde küresel krizin yarattığı sarsıntı diğer ekonomilerdekine göre hafif
seyretmistir. Süphesiz, ekonomide büyüme oranında çok keskin bir düsüs görülmüs;
ancak ne fiyat istikrarı ne de finansal istikrara yönelen ciddi bir risk doğmustur.
Aslında Türkiye, kriz öncesi döneme göre daha yüksek kredi notu alan bir kaç
gelismekte olan ülkeden biri olmustur.
6
Farkı yaratan, çesitli etkenlerin bir bilesimi olsa da, ülkemizde asırı borçlanma
yasanmamasının, bu husustaki kilit unsur olduğu ortaya çıkmıstır. Muadillerinden
farklı olarak Türkiye’de kaldıraç oranları, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme
Kurumu ile Merkez Bankası’nın uyguladığı ihtiyatlı politikalar sayesinde, tüm dünyada
likidite fazlasının olduğu dönemde ılımlı seviyelerde kalmıstır. Esasen, Türkiye’de
2002 senesinden beri uygulanmakta olan, dengeleyici tamponlar (Türkiye’de,
oranları, yasal asgari oranın en az yüzde dört üstünde olmayan bankalar
büyüyemiyor) ve (hem Türk lirası hem döviz cinsinden) likidite oranları gibi bu
politikaların çoğu, Basell III prensipleri içinde yer almıstır. Kamu sektörü borç oranı
da oldukça iddialı bir finansal disiplin sayesinde belirgin bir sekilde azalmıstır.
Bununla birlikte ekonomi, asıl gücünü, küçük-açık bir ekonominin en kritik unsuru
olan döviz risklerinin yönetiminden almıstır. Đhtiyatlı düzenlemeler ve gözetim
sayesinde Türk bankacılık sektörünün yabancı para pozisyonu dengelenmistir.
Hanehalkları, yabancı parada pozisyon fazlasına sahip olmus; bu da onların para
birimi soklarına daha az maruz kalmalarını sağlamıstır. Her ne kadar reel sektör,
önemli bir yabancı para pozisyonu tasısa da, daha çok uzun vadeli borçlanmıstır.
Tüm bu etkenler, Türkiye ekonomisinin küresel kriz karsısındaki dayanaklılığını
arttırmıs ve sonuç olarak Merkez Bankası’na, fiyat istikrarı hedefinden ödün
vermeden önden yüklemeli ve agresif bir parasal gevseme politikası uygulaması için
yeterince alan sağlamıstır. Bankacılık sistemini desteklemek üzere herhangi bir
kurtarma paketine ihtiyaç duyulmamıstır. Böylelikle hükümet, küresel çalkantının
ortasında, ılımlı ancak oldukça etkili olan dengeleyici mali politikaları
uygulayabilmistir.
2010 baslarından bu yana, dıs talepteki durgunluk sebebiyle cari denge hızla
bozulurken temel enflasyon düsük seyretmekte ve çıktı açığı devam etmektedir.
Türkiye de dahil olmak üzere gelismekte olan ülkelere yönelik sermaye akımlarında
son dönemde görülen yükselis, iç ve dıs talebin toparlanma hızları arasındaki
ayrısmayı arttıracak gibi görünmektedir. Eğer bu büyüme sekli, hızlı kredi artısı ve
cari dengedeki bozulma ile birlikte yasanırsa, finansal istikrar endiseleri doğurabilir.
Bu gelismeler, politika faiz oranlarından baska politika araçlarının etkin bir sekilde
kullanımını gerektirmektedir. Sonuç olarak, yakın gelecekte de sürmesi beklenen
günümüz zorlu finansal kosullarında Merkez Bankası, finansal istikrarı korumak için
para politikalarının dayanacağı dört temel prensibin altını çizmistir.
7
Bunlardan ilki, yüksek kaldıraçtan caydırmak ve bankalarla reel sektörün borçluluk
oranlarını ılımlı seviyelerde tutmaktır. Đkinci prensip, hanehalkı mevduatlarının
yanısıra özel sektörün ve kamu sektörünün borçlanma vadelerini uzatmaktır. Üçüncü
prensip ise, genellikle yüksek cari açığı bulunan yükselen ekonomilerin zaafı olan,
hem kamu sektörünün hem de özel sektörün yabancı para pozisyonunu
güçlendirmektir. Son olarak, dördüncü prensip, reel sektörün, Vadeli Đslem ve
Opsiyon Borsası gibi araçlarla, yabancı para riskini daha iyi yönetebilmesidir.
Kısa vadeli sermaye girisleri ve kredi büyümesindeki hızlanma sonucu hızla artan
makro dengesizlikleri gidermek üzere Kasım 2010’da miktarsal sıkılastırma sürecini
baslattık. Bu amaçla, borç verilebilir fon arzını kısıtlayarak hızlı kredi artısını kontrol
altına almak için zorunlu karsılık oranlarını yükselttik. Göz önünde bulundurduğumuz
diğer bir husus, sermaye girislerinin vadesini uzatmak oldu. Bu husus, sermaye
hesabının kalitesinin artırılması, vade uyumsuzluklarının azaltılması ve döviz kurunun
ekonomik temellerden bağımsız hareket etmesinin engellenmesi açısından önem arz
etmektedir. Bu amaca yönelik olarak, ihtiyaç duyulduğunda kısa vadeli faiz
oranlarında fazladan dalgalanmaya imkân sağlamak amacıyla politika faizini indirip
gecelik borçlanma ve borç verme faiz oranları arasındaki koridoru genislettik.
Đlk bakısta oldukça karmasık görünmesine karsın, benimsediğimiz bu çerçeve, özünde
geleneksel enflasyon hedeflemesi çerçevesinden çok da farklı değildir. Bu iki çerçeve
arasındaki tek fark; politika aracı olarak daha önce bir haftalık repo faiz oranını
kullanırken, mevcut durumda kısa vadeli faiz oranları, zorunlu karsılık oranları ve faiz
koridoru araçlarını içeren bir “politika bilesimi” kullanılmasıdır. Hem enflasyonla hem de
makro-finansal risklerle basa çıkmak için elimizdeki araçları doğru bilesimle kullanmaya
hedeflemekteyiz. Bu çerçevedeki para politikası durusu, yalnızca politika faiz oranlarının
seyri ile değil, bahsetmis olduğum tüm politika araçlarının bir bilesimi ile belirlenmektedir.
Geleneksel enflasyon hedeflemesi çerçevesi gibi, bu politika da ileriye dönük bir yapı arz
etmekte ve ekonomik görünüme dayanmaktadır. Politika bilesiminin tam kompozisyonu,
fiyat istikrarına ve finansal istikrara etki eden unsurlara göre belirlenmektedir. Bu
politikaların basarısını değerlendirmek için henüz erken olsa da, su ana kadar
gözlemlediğimiz ilk etkiler umut vadetmektedir.
Sonuç
Yasanan son kriz gelismekte olan ülkelerin yükselen ekonomik gücünü ön plana
çıkarmıstır. Aynı zamanda küresel sistemdeki, özellikle finansal piyasalardaki
8
kırılganlıkları göstermistir. Merkez bankalarının para politikası çerçevelerini yeniden
sekillendirme gücüne sahip finansal istikrar, politika yapıcılar için önemli bir kaygı
teskil etmektedir. Önemli adımlar atılmıs olsa da küresel dengesizliklerle savasmak
için önümüzde daha kaydedilmesi gereken bir yol bulunmaktadır. Bu yolda, yalnızca
ekonomi politikalarının değil, aynı zamanda onları sekillendiren ekonomik ve
kurumsal altyapının da gözden geçirilmesi gerekmektedir. Yeni bir dünya düzenine
yönelik arayıslar, hem teorik hem de pratik düzlemde devam ederken; yeni dünya
düzeninin öngörülebilirliği, dengesi ve sürdürülebilirliği, iyi bir sekilde temsil edilmis bir
altyapı kurmak amacını güden isbirliği ve esgüdüm çabalarına dayanacaktır.
Tesekkür ederim.

18 Mart 2011 Cuma

Google Summer of Code 2011 Semineri

Bu yaz açık kaynak kodlu projeler üzerinde çalışarak 5000$ kazanmak
ister miydiniz?

Peki bu sırada özgeçmişinize önemli bir katkı sağlayacak bir proje
geliştirme tecrübesine ne dersiniz?

Google, bu sene yedincisini düzenlediği Google Summer of Code (GSoC)
organizasyonu ile dünyanın dört bir yanındaki üniversite öğrencilerini
açık kaynaklı yazılım geliştirme ile tanıştırmayı amaçlıyor. Program,
öğrencilere mentorlarının da yardımıyla açık kaynaklı projelere
katkıda bulunmaları için 5000 dolarlık bir burs sağlıyor. Amaç,
öğrencilerin açık kaynaklı yazılım geliştirmeyle tanışarak ilgili
konularda doğrudan tecrübe kazanmasını sağlarken bir yandan da açık
kaynaklı projelere katkıda bulunarak insanlığa hizmet etmek.

ODTÜ Bilgisayar Topluluğu, sizleri Google Summer of Code ile daha
yakından tanıştırmak ve merak ettiklerinize cevap bulmanızı
kolaylaştırmak için bir seminer düzenliyor. Seminerde Google Summer of
Code 2010 katılımcılarından Yaman Umuroğlu programın genel bir özetini
sunacak, organizasyon seçimi ve proje taslağı hazırlarken dikkat
edilmesi gerekenlerden bahsedecek, kendi projesini nasıl planlayıp
yürüttüğünü anlatacak ve sorularınızı cevaplayacak.

Seminer 21 Mart Pazartesi günü BMB1'de saat 18.00'da başlayacak.

16 Mart 2011 Çarşamba

JAPONYA DEPREMİ VE NÜKLEER TEHLİKE


11 Mart 2011 tarihinde, Japonya‘nın kuzeydoğusunda meydana gelen 9.0 şiddetindeki deprem ve sonrasında oluşan tsunami (merkezi deniz dibinde olan derin depremlerden sonra zemin çökmesi ve taban kaymasıyla oluşan dev dalgalar) sonucu yaklaşık 2000 kişi yaşamını yitirmiş olup, 10 binin üzerindeki kişi de kayıp durumdadır. Bir doğa felaketine maruz kalan Japonya halkının acılarını paylaşıyor, başsağlığı diliyoruz.
Japonya‘nın yaşadığı son yılların en büyük doğal afetinden sonra ülkemizin de bir deprem kuşağı üzerinde olması ve birçok aktif fayın bulunması nedeniyle olası depremler hakkında çeşitli yorumlar yapılmaktadır. Ancak, sağlıklı değerlendirmelerin yanında "kerameti kendinden menkul" pek çok kişi de televizyon kanallarında yorum yapmakta, ülkemizde yaşanması muhtemel depremlerin, olabileceği tarihten başlayarak, sonuç senaryolarına kadar pek çok "bilgi"yi kamuoyuna aktarmaktadır.
Ülkemizin deprem gerçeği ile daha önce yaşanan deneyimler de göz önüne alınarak, yapılacak risk değerlendirmeleri sonuçlarına göre çalışmalara hiç zaman kaybetmeden başlamak gerekmektedir. Deprem öncesi ve deprem sonrası çalışmaların planlanmasında, ilgili tüm tarafların katılımı ile bir master plan hazırlanması ve uygulanması yaşamsal önem arz etmektedir. Bu konuda yetkililere ve tüm taraflara önemli görevler düşmektedir.
Japonya depreminden ders alınması gereken bir önemli konu ise nükleer santrallerle ilgilidir. Deprem sonrası nükleer santrallerde radyasyon sızıntısı başlamıştır. Yapılan açıklamalara göre radyasyon seviyesi normalin çok üzerine (700 kat) çıkmıştır. Bugüne kadar 200.000 kişi bölgeden tahliye edilmiştir. Yaşanan tehlikenin sonucunun ne olacağı henüz tam olarak bilinmemekle birlikte, insan ve canlı yaşamı bakımından çok ciddi olumsuzluklar yaratabileceği tahmin edilmektedir. Ayrıca, olası elektrik enerjisi krizinin yaratacağı ekonomik sorunlar da gözden uzak tutulmamalıdır.
Ülkemizde de nükleer santraller kurulması yönündeki çalışmaların sonuna yaklaşılmıştır. Bir deprem ülkesi olan ülkemizde son gelişmeler dikkate alınarak nükleer santralle ilgili kararların acilen bir kez daha gözden geçirilmesi tüm halkımızın yararına olacaktır. Bu doğrultuda enerji politikalarımız yeniden masaya yatırılmalı, yapılacak hatanın bedelinin çok ağır olacağı bilinmelidir.
Kamuoyuna saygıyla duyurulur.

TMMOB
MADEN MÜHENDİSLERİ ODASI
YÖNETİM KURULU
15 Mart 2011, Ankara