Katkıda bulunanlar

28 Şubat 2012 Salı

Sabır, Sabır, Sabır

Olmaz gönlüm, olmaz öyle! Keskin
sirkenin akıbeti malûm. Dört
mevsimi yaşayan bir cennetin
bağrında büyüdün de sen, onun
için böyle bir baharı ve yazı
özlersin. İstersin ki çabuk geçsin
fırtınalı sonbahar, ayaza
durmasın kışlar. Dedim ya, sen
dört mevsim hesabını yaparsın
yaşarken duygularını. Ama
bilmelisin herkes buralı değil.
Bilmelisin, güneş görmeyen
yurtlar var.
Olmaz gönül, olmaz öyle. Yükün
ağır bilmekteyim, baharı
yaşamayanlarla kış nasıl geçer;
onu da bilmekteyim. Ama şunu
da bilmekteyim ki,
sabredebildiğin ölçüde yaşarsın.
Eminim ki, hayat sabra denktir.
Ve sabır, tahammülün bittiği
yerde filizlenir, maneviyat
çeperlerini genişlettikçe boy atar,
sırf Yaradan'ı düşünerek fiiliyatta
bulunduğun zaman neşv ü nema
bulur.
Sabır gönlüm, sabır! İçine
çekerken, zehir gibi gelir tadı,
boğulacağını zannedersin. Kanın
çekilir yüzünden, bembeyaz olur
sîman; yutkunursun, geri döner
içinde düğümlenenler. Başını
eğmek istemezsin; ama
kaldıramazsın da öyle göklere
doğru. Ağlarsın, gözyaşın akmaz.
Haykırmak gelir içinden, zangır
zangır gürültüler habercisi olur
titreyen ellerin. Konuşursun
yalnızca kendinle, dökersin içini;
senden başkası duymaz bilirsin
bunu.
Sitemlerin dillenir haklı
olduğunca, bağırırsın
rahatlarcasına, ama sadece kendi
içinde, ama sadece Yaradan'la
baş başa. Sonra gözlerin...
Gözlerin nihai nokta olmak ister
en sonunda. Durur öylece, bakar,
bakar... Ve kimseler fark etmez
neden donuklaştığını, kimseler
anlamaz anlatmak istediği çifte
derin mânâyı... Sonra çekip
alıverirsin anlamlı bakışlarını
ruhunu bir kenara
bırakmışlardan. Yüzünü çekersin,
yalan dünyanın yalancılarından.
Alnındaki kırışıklıkları alıverirsin
haberi olmayanların önünden.
Doğruca bırakırsın asıl dergâha.
Bağrına cennetler sığan
seccadenin secdeliğine. Ve başlar
böylece sabır maratonun. Korkma
gönül, sen hele azmet sabır için,
yüreğini koy ortaya, gör ne
mânevî hediyeler paketliyor
Yaradan...
En masumane tavırlarına
gaddarca yaklaşanlar olacak
belki. İçindeki çocuk hafife
alınacak... Anlatmak istediklerin
değil, anlaşılamamış yanların
konuşulacak. "Olsun!" diyeceksin,
yüzündeki gülümsemeyi
kaybetmeden. Yine de hüsn-ü
zan edeceksin. Allah için
söylediğini yine Allan için olduğu
yerde bırakacaksın. Yaradanı alıp
yüreğine, sırtını dayayıp tevhidin
çınarına, akıbeti ukbâda
düşüneceksin. Ve kalbin şöyle bir
hafifleyecek, damarlarına giden
iyimserlik yolunu
tıkamadığından...
Üzülüp acı çektiğin anlarda çileni
hafife alanlar olacak belki... Öyle
bir yanacak ki için, kimseye
anlatamayacaksın. Günlerce
ağlayacaksın gözyaşının lâhutî
ikliminde. Sonra en yakınındaki,
en yüreğindeki vuracak hislerini...
Canım dediğin dönecek sırtını. Bir
"ah!" çekeceksin derinden ve
anlamaya çabalarken empatinin
gücüyle, arkanı döndüğünde
kimse kalmamış olacak. "Sabır"
diyeceksin, yine sabır... Eyyüplerin
torunluğuna yakışır sabır...
"Bugün Allah için ne yaptın?"
sorusu geldiği an kulağına,
vereceği cevabı bulamayanların
tedirginliği değil, en zor
imtihanını başarıyla vermiş
öğrencilerin rahatlığı olacak
ruhunda. Başını yastığa
koymadan "elhamdülillah"
diyecek, rüyanda cennetten
kesitler izleyeceksin belki... Ve
sabaha erdiğinde, avucunda
tuttuğun tesbih tanesi yine "yâ
sâbır"la şakırdayacak...
Faltaşı gibi açılıp kalacak gözlerin
bazen de... Çok şaşıracaksın,
çoook! Ya gönül... Kalb kırmak
çok kolay oldu, kalbin değeri
pazarlara bile çıkartılmaz oldu.
Tatlı sözü unutanlar çok, şu
hengâmesinden sallanıp duran
asırda! Aldırma diyemem,
aldıracaksın elbet, hislenip
içerleyeceksin belki. Zannediyor
musun ki, yüreğine aldıklarına
söylediğin nazenin kelimeler,
boşta kalır! İnanıyor musun ki,
sevdiklerin için kurduğun lâtif
cümleler, öksüz bırakılır! Yok
gönül, yok! Sahibi var hepsinin.
Bırak duymasın insanlar, bırak
sertliği onlara! Bırak, tabularına
kale yapsınlar! Yeter ki sabret
gönül, asıl sahibini düşünüp
sabret, başını sonunu
kestiremediğin olaylarda bile...
Bırak vursunlar ayıbını yüzüne,
bir kusuruna binler cefâ taksınlar.
Yaradan'ın "Settar" ismi, beşerin
hükmüne mi kalmış. Sen sabret
gönül... Felaket tellalları
susmasınlar isterlerse?
Olumsuzluğu yaymanın zevkine
doyamayanlara inat, bütün güzel
düşüncelerini yay sere serpe.
Zehrini ağzında taşıyan yılanın
başını ezemesen de, bal damlasın
dilinden. İbrahim'in (as) ateşleri,
gül olurken mi sunmuş Dostların
Dostu şu ayetini: "Güzel söz, güzel
bir ağaç gibidir ki onun kökü
sabit, dalı ise göktedir." Sabır
gücünün tükenirliğinden
korkarsan bir gün, gel gir şu
dizelerin sırlı havasına... İnan,
kimse üzemez seni orda. Ve uzan
o ağacın dallarından ötelere...
Uzat ellerini ve bekle. Sabırla
bekle gönül! En geç sûrun sesi
duyulduğunda tutacak ellerinden
Resuller Resulü. Pes etme, sabret
gönül, sabret!...

'Her toplum hakettiği gibi yönetilir''

Bizim çocukluğumuzda annelerimiz çalışmazdı.
Okuldan eve geldiğimde boynumdaki anahtarla kapıyı hiç
açmadım.
Hatta Babamın bile anahtarı yoktu. Annem evimizin bir
parçası gibiydi, hep evdeydi.
Her yere birlikte giderdik, zaten öyle çok da gidilecek
bir yer yoktu ki.....

En büyük eğlencemiz sokaklarda oynamaktı.
Sokakta oynamak diye bir kavram vardı yani.
Cafelerde, alış veriş merkezlerinde buluşmazdık.
Okula arkadaşlarımızla gider, birlikte çıkar, oynaya,
zıplaya yürüyerek gelirdik.

Servis falan yoktu. Ayakkabılarımız eskirdi.
Hatta öyle olurdu ki; çantalarımızı kaldırımlara
koyar oyuna bile dalardık.
Annelerimiz bu durumu bildiklerinden kardeşlerimizle
bizlere ekmek arası bir şeyler hazırlar gönderirdi.
Mahallemizdeki teyzeler Annemiz gibiydi.
Susayınca girer evlerine su içerdik.
Ya da pencereden bize bir sürahi bir bardak uzatırlar,
hepimiz aynı bardaktan kana kana içerdik.
Kısacacı
evine gidip gelen elinde mutlaka yiyecekle dönerdi.
Anneleri o arada çocuğuna verdiği şeyden bizlere de
gönderirdi.
Bu bazen bir kurabiye, bazen bir meyve olurdu.

Cebimizde harçlığımız olduğunda düşmesin
diye çıkarır çantamızın üstüne koyar oyun bitince geri
alırdık.

Çok garip ama kimse almazdı. Sokaklarımız evimiz kadar güvenli idi.
Düşünce kaldırırlar, kavga edince barıştırırlardı bizi...
Polisler gelmezdi kavgalarımıza, zabıtlar tutulmazdı.
Sonra kavgalarımız da öyle ustura, falçata ile olmaz,
onlar nedir bilmezdik bile, asla kanla falan da bitmezdi, en fazla
saçlarımızdan çeker, hayvan adları sayar, tekme atar, yine
oyuna dalardık.

Birbirimizin suyundan içer, elmasına diş atardık.
Misket oynamaktan parmaklarımız kanar yine de mikrop kapmazdık.
Azar işitip, acillere taşınmazdık. Düşerdik ekmek çiğner basarlardı
alnımıza, oyuna devam ederdik. Röntgenlere, ultrasonlara
girmezdik.

Ben bizim çocukluğumuzu çok özledim.
Sokaklarımız ruhsuzlaştı sanki. Komşumu tanımıyorum ama evinin
camında, temizliğe gelen kadını haftada bir görür kolay gelsin
der konuşurum.
Onun dışında orada kim oturur hiç bilmem.
Evimizi kendimiz temizlerdik, kapı silmece ; bilmem kaç
kuruş hepimizin elinde bezler güle oynaya bitirirdik işleri.
Evlerimiz var, içinde yaşayan yok. Parklarımız var,
içinde oynayan çocuk yok.
Ama her yıl sökülüp yenilenen kaldırımlar, lüks
binalar, ışıl ışıl vitrinler, girip çıkan yapay insanlar...
Ruh yok, buz gibi buz, bu biz değiliz..

Tahta iskemlelerimizde oturan yaşlılarımız,
onlara dede, nene diye
hatırını soran çocuklarımız yok oldu.
Ben kapılarında ' vale ' lerin, ' bady '
lerin beklediği yerlerden hep korkmuş çekinmişimdir.
Kapısını çarparak örtüyor diye çocuğuna kızıp,
taksidini bitiremediği arabanın anahtarını, hiç tanımadığı birine vermek
ters gelir bana.
Benim değildir bu kültür. Ne ruhuma, ne kültürüme ne de
cüzdanıma hitap eder.
Nedir bunlar? 
Reklamlarla desteklenen beyni, ruhu ele geçirilmiş
insanlar olduk.

Birbirimize yabancı, yalnızlıklarımızla yaşar olduk.
İyi de neden böyle olduk ? 
Biz mi istemiştik? Yoksa birileri mi böyle istedi?..
'Her toplum hakettiği gibi yönetilir'' derler ya, hakettiği gibi de yaşar diyelim mi ?